Özellikle 2017’den sonra adı sık sık anılan ‘elektrifikasyon’ kavramını otomotive özel olarak tanımlarken aşağıdaki iki perspektifi ayrı ayrı değerlendirmekte fayda var: Global ve Sektörel bakış açısı.
- Global açıdan: Elektrikli otomobillerin yaygınlaşması sürecine verilen isim; daha çok teknolojik ve tarihsel anlamda önemli bir dönüşüm hikayesi.
- Sektörel açıdan: Otomotiv eko-sisteminin ürün, hizmet ve süreçler anlamında elektrikli otomobil ve diğer elektrikli araçları satmak ve servis etmek üzere yeniden yapılanması sürecine verilen genel isim; ilk tanımda bahsedilen sürecin hayata geçmesi için pratik anlamda bir yaklaşım ve çözümler bütünü.
Konuyu global ve sektörel açıdan ayrı ayrı ele almanın önemli bir nedeni var: İki grubun ilgi alanları farklı. Sektörel açıdan konu daha dar ve odaklı: Bir sektör nasıl, neden ve ne yönde değişiyor, bu değişimin etkileri nelerdir, sektör açısından bu değişimi nasıl yönetmek gerekir? Bu dar kapdamda konuyu ele alırsak nispeten basit tarif edilebilen, içerik olarak 100 yılı aşkın bir süredir aynı şekilde yönetilen bir sektör açısından zorlayıcı boyutları olsa da genel açıdan ‘yönetilebilir’ bir gündeme bakıyor olduğumuzu düşünürüz.
Elektrifikasyon konusuna global açıdan bakarsak ise daha geniş, otomotivi aşan bir perspektifi dikkate alıyoruz: Çevre, sağlık, global ısınma vb gibi daha bilimsel ve hatta toplumsal bir bakış açısı bu. Aslında teorik olarak bu bakış açısı diğerini kapsaması gerekiyor, ama pratikte durum böyle değil: Bu yaklaşım, sektörün gerçekliklerini dikkate alarak elektrik enerjisi dönüşümünün yollarını aramaktan çok daha geniş bir kapsama alanına sahip olduğu için global sorunları tespit ve işaret etmeye odaklı. Böyle olunca da önerilen çözümler sektör için fazlasıyla radikal, uygulanması zor hatta kısa vadede imkansız olarak algılanıyor: Tam olarak öyle telaffuz edilmese de otomobiller satılmasın, fabrikalar kapansın vb toplumsal maliyeti büyük olan adımlar atılması anlamına geliyor. Yani sektörün içinde olduğu durumdan olumsuz anlamda etkilenenler açısından çıkmaz bir yola işaret ediyor; bir anlamda bu iki bakış açısı arasında çıkar çatışması var diyebiliriz. Bu noktada, yine teorik olarak, sektörel bakış açısının şu temel varsayımı yapmasını bekleyebiliriz aslında: Dünya yok olursa sektör de kalmaz. Ama olmuyor. Süreç uzun zamana yayılmış olduğu için etkileri de dalgalı olarak seyrediyor, zaman zaman atılan bazı teknik adımlarla bulunan geçici çözümler fazlasıyla büyütülüyor ve sektörel bakış açısı kısa / orta vade için bu bariz gerçeği göz ardı etmeyi tercih ediyor.
Global Bakış Açısıyla Elektrifikasyon
Uzun lafın kısası: Konu çok boyutlu, karmaşık ve birbiriyle çelişen bakış açıları içeriyor.
Öncelikle global açıdan bakarak başlayalım: Yerküre hızla ısınıyor. Dünya Meteoroloji Organizasyonu verilerine göre ortalama sıcaklıklar 2015 – 19 döneminde önceki döneme (2011-2015) göre 0.2°C artmış. Sanayi devrimi sonrası döneme toplam olarak bakacak olursak bu artış 1.1°C.
Bu ısınmayla beraber gelen temel değişiklikler: Sera gazlarının (CO2, N2O, CH4) artması, okyanusların asitliğinin yükselmesi ve su sıcaklığının artması, deniz seviyesinin artması, kutupların erimesi ve ekstrem hava koşullarının artması.
Bunlar arasında en büyük etkiyi yaratan unsur, Sera gazlarının artmasının önemi şu: Sera gazları “heat-trapping” adı verilen niteliğe sahip olan gazlar. Yani ısıyı içinde tutuyorlar. İklim değişikliğine global ısınma adı da verilmesinin nedeni atmosfer içinde bu gazların artması ve buna bağlı olarak olarak ortalama ısının artıyor olması. Global ısınmanın bir numaralı nedeni sera gazlarının engellenemeyen artışı. En önemli sera gazı ise karbon dioksit: CO2’nin toplam sera gazları içindeki oranı: %81. Diğer sera etkisi yaratan gazlar ise Metan, Nitrojen oksit ve florine gazlar
Peki: Isınmanın sektörel anlamda bir sorumlusu var mı?Global ısınma kavramına ona sebep olan gazlar açısından değil de bu gazların salınımına neden olan sektörler açısından bakınca resim biraz daha netleşiyor: Enerji (özellikle elektrik) üretmek ve bunun için ağırlıklı olarak fosil yakıt tüketiyor olmak en büyük etken. Tarım ve hayvancılık da önemli etkenlerden biri: Metan gazı salınımının büyük kısmı buradan geliyor. Yani global ısınmayı sektörel olarak incelediğimizde elektrik üretimi ve tarım ve hayvancılık sektörlerinin büyük oranda öne çıktığını görüyoruz. Endüstri ve taşımacılık da oldukça kritik sektörler.
Bu açıdan incelendiğinde net ama zorlu bir mücadele olduğu ortaya çıkıyor: Elektrik üretmek, tarım ve hayvancılık, üretim ve ulaşım gibi ana sektörler tamamen vazgeçilebilir alanlar olmadığına göre eğer sera gazlarının salınımını azaltmak istiyorsak bu sektörlerin almaları gereken insiyatifler var.
Nedir & nasıl alınacak bu önlemler?
Ilk bakışta net görünen bu tablo ile ilgili sorun şu: Alınması gereken önlemlerin boyutu, içeriği ve kapsamı öyle büyük ki global bir bütünlükle hareket etmek zor. Dünya bu konuda uzun zamandır adım atmaya çalışıyor ama zorlanıyor. Kyoto anlaşması, COP (Conference of Parties) konferansları (sonuncusu 2019’da İspanya’da yapıldı), Paris anlaşması vb çabalar yıllardır var ama tam olarak üzerine uzlaşma sağlanan bir aksiyon dizisi ortada yok – bazı ülkeler katılmıyor, katılsa da üzerine hemfikir kaldıkları önlemleri uygulamıyor.
Bu ortamda global ısınmanın sorumlularından biri olarak otomotiv sektörünün yaklaşımı dünyanın yaklaşımından pek farklı değil: Varolan bir sistem var ve bunun devamı sektörün kolayına geliyor. Dolayısıyla köklü ve büyük ölçekte bir aksiyon almıyor – ya da şimdiye kadar almadı. Yasal bir zorunluluk olan emisyon regülasyonlarına uymaktan öteye bir adım atılmadı ve atılmıyor.
Burada sektörün ortak bir akla sahip olmadığını, dünyada yaşanan genel sistemsel sıkıntıların benzerlerinin burada da yaşandığını tespit etmek ve sık sık hatırlamakta fayda var: Sektör tek başına karar veren ve hareket eden bir yapı değil. Parça parça düşünen, her parçasının ayrı gündem ve öncelikleri olan, kendi içinde ülkeler & markalar arası rekabet yaşanan bir oluşuma bakıyoruz. ABD, Japonya, Çin, Kore ve Avrupa yıllardır bu alanda birbiri ile rekabet ediyor. Markalar kendi içlerinde kârlılık, birbirleriyle pazar payı savaşında, kendi içlerinde ise departmanlar arası mücadeleler var: Satış departmanı pazarda anlık oluşan taleplerin ürün geliştirme tarafından hızlıca karşılanmasını isterken pazarlama departmanı varolan trendlere uygun iletişim kaygısı içinde. Kurumsal yapıların (hissedar çıkarını korumak zorunda olan yapıları nedeniyle) kendi gerçeklikleri içinde global ısınma önlemleri almalarını beklemek gerçekçi bir yaklaşım değil. Yani makro seviyede görünen soruna çözüm bulunması gereken mikro seviyedeki çözümlerin hayata geçmelerinin, değişime konu olacak yapı ve kurumlar açısından büyük maliyeti var.
Sektörel Bakış Açısıyla Elektrifikasyon
Elektrifikasyon otomotiv ilişkisine biraz daha detaylı bakalım: Elektrik enerjisine dönüş otomotivi diğer sektörlerden daha somut bir şekilde ilgilendiriyor: Yüzyıllardır aynı şekilde çalışan, üretilen ve pazarlanan, bireysel hayatın önemli ürünlerinden biri olan otomobilin ‘doğası’ değişiyor. İçten yanmalı motora sahip klasik otomobilin elektrik enerjisi ile çalışan motora dönüşümü basit bir değişim değil: Ürün nitelikleri farklı, teknolojisi ve kullanımı farklı, ifade ettiği değerler farklı, müşteriye sağladığı fayda ve buna bağlı beklentiler farklı, üretmek ve satmak ile ilgili süreçler farklı. Kökten ve çok boyutlu bir değişim bu; aslında sektörün uzun yıllardır bildiği ama büyük ölçüde reddettiği tarafları olan, önceleri “olmaz” / “tutmaz” son yıllardaysa “olacak ama henüz erken” deyip ertelediği bir değişim.
Peki neyi biliyor ve red ediyordu otomotiv sektörü? İlki yaygınlaşmayla ilgili bir reddi: Elektriğin yaklaşık yüzyıl önce otomobile başarılı bir uygulaması olmasına karşılık yaygın olarak kullanılamayacağına dair bir görüş vardı sektörde. 1900’lü yılların başında, otomobilin seri üretime ilk başladığı tarihlerde, yollarda adet olarak benzinli kadar elektrikli araçlar da vardı. Her iki seçeneğin de benzer fiyatlanıp benzer teknik nitelikler taşıdığı ilk otomobil döneminin galibi 1910’lu yıllarda marş motoru denen komponentin icadıyla içten yanmalı motora sahip versiyon oldu. İlginçtir, bu icada kadar elektrikli ile benzinli oto sayısı hemen hemen birbirine eşitti. Ne zaman marş motoru ile benzinli otomobil kullanıcıları kolayca araçlarını çalıştırabilme kabiliyetine kavuştu, o zaman ürünler arası denge benzinli otomobil lehine değişti ve içten yanmalı motora sahip araçlar piyasaya hakimiyet kurdular. Arada nadir de olsa enteresan denemeler yapan elektrikli araç girişimleri oldu (örneğin: GM’in EV-1’i ya da Ford’un Norveç kaynaklı marka ‘Think’ ile giriştiği çaba) ama hiçbiri kalıcı olmadı.
Sektörün ikinci olarak red ettiği konu ise teknik açıdan engellerin aşılabileceği görüşü oldu: Elektrik bataryalı otomobiller ağır, pahalı ve kısa menzilleri nedeniyle geniş kitlelerce kullanımı açısından “gerçekçi değil” olarak tarif edildi. Pratik anlamda menzillerin 100-200 km arasında değiştiği uzun dönem boyunca bu yaklaşımın pek de hatalı görüş içerdiği söylenemez.
Sonra önemli bir şey oldu: Teknoloji girişimcisi Elon Musk otomotiv işine el attı ve bir otomobil üreticisi olarak yarattığı Tesla markası ile, otomobil tasarımı bağlamında tabir yerindeyse, ‘temiz bir sayfa açtı’. Otomobili bizim alışık olduğumuz tarifinden çıkaran Musk, onu asıl fonksiyonu olan taşıt aracı olarak baştan hayal etti, güncel teknolojinin tüm açılımlarından yararlandı ve fosil yakıtların geleceği olmadığını düşünen biri olarak yıllardır red edilen elektrik enerjisi ile otomobile güç vermenin yollarını aradı. Buldu da: 1900’lü yıllarda varolmayan Li-Ion bataryaları kullanarak yaptığı ilk aracı Tesla Roadster mükemmel bir ürün olmasa da sektörde yepyeni bir yaklaşımın artık mümkün olabileceğinin ilk kanıtı oldu. 2000’li yılların başında itibaren adım adım 300 – 400 km’ler ve üzeri menzilleri, hızlı şarj kavramını ve özellikle 2015 yılından sonra hızla yaygınlaşan “şarj altyapısı” kavramını ve bunlara ait “hizmet sağlayıcılarını” konuşur olduk.
Tesla’nın gelişimine eşzamanlı olarak otomotiv sektörünü derinden etkileyen bir olay daha vardı: VW vakası. Bu olay ilk bakışta Alman markanın emisyon testlerini yanıltarak bir rekabet avantajı yakalaması olarak yorumlandı ama etkisi çok daha büyük oldu.
Toplumun otomotiv markalarına, motor teknolojisine, alternatif yakıtlara ve otomotivin geleceğine bakışı değişti: Dizel’in uzun vadede söylendiği kadar temiz bir yakıt olmadığı, bu yakıtı kullananan araçların emisyon kanunlarına uyması için katlanılması gereken maliyetin çok büyük olduğu görüldü. Dizel skandalı içten yanmalı motorların itibarını ciddi şekilde sarstı.
Otomotiv tarafındaki tüm bu çalkantıya bir de ekolojik bakış açısı ve çevreci hareketin hızla güç kazanmasını ekleyince ortaya global bir dinamik çıktı: 2015 yılından itibaren her yıl en az iki misline çıkarak artan bir elektrikli araç pazarı. 2019 yılında dünya genelinde 2milyon 260bin adet elektrikli (şarj edilebilen) araç satıldı (hibrid olanlar içinde şarj edilemeyenler hariç).
Sonuç olarak: Otomotiv sektörü dikkate almak zorunda olduğu iki temel (sektörel ve global) perspektifin büyük ölçüde çeliştiği bir dönüşüm yaşıyor. Bu anlamda elektrik enerjisine geçiş süreci otomotiv sektörünü diğer birçok endüstriye oranla çok yakından ilgilendiriyor. Dünyanın en büyük eko-sistemlerinden biri kökten değişiyor: Markasından müşterisine, tedarikçisinden çalışanına, bayisinden distribütörüne, basınından reklamcısına kadar milyonlarca kurum ve bireyi etkileyen bir değişim bu.
Paydaşı olan herkesin olumlu ya da olumsuz bir fikri olan, bir çok boyutu hala tartışılırken bir yandan olanca hızıyla devam eden ve nereye kadar gideceği tam olarak belli olmayan bir değişim. Bundan sonraki yazılarımızda bu değişimin içeriğine, bugün içinde olduğu noktaya ve gidebileceği ufuklara daha derinlemesine bakmaya çalışacağız.